top of page

3 Ekim 1976 doğumlu felsefeci. Strasbourg Marc Bloch ve Galatasaray üniversitelerinde felsefe, Dokuz Eylül Üniversitesinde iktisat okudu. Çeşitli yayınevlerinde editör, çevirmen ve danışman olarak çalışmasının yanı sıra MonoKL yayınlarının kuruluş sürecinde yer aldı. Yayıncılık faaliyetlerine  devam ederken bir yandan da Yıldız Teknik, Doğuş ve İstanbul üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak ders verdi. Halen akademik çalışmalarını İstanbul'da ve Paris'te sürdürmektedir.

FELSEFE ÇEVİRİLERİ
YAZILAR SÖYLEŞİLER
Bio
KİMQUİWHO
EDİSYON

Az önce 2017 Nobel Edebiyat Ödülünü

Kazuo Ishiguro aldı,

Haruki Murakami alamadı. 

Kazuo Ishiguro gibi bir Çağdaşa Sahip Olmak

Haruki Murakami

 

Çeviren: Murat Erşen

 

Bazı yazarlar var, yeni bir romanları çıktı mı beni hemen kitapçıya bir nüsha almaya koştururlar; sonra elimde o an okumakta olduğum ne varsa bir tarafa koyar hemen onun eserine gömülürüm. Bugünlerde sadece bir avuç yazar üzerimde bu etkiyi yaratıyor, Kazuo Ishiguro da onlardan biri.

Sanırım Ishiguro’nun en göze çarpan özelliği, tüm romanlarının çok farklı olması; bir romanından bir sonrakine, farklı biçimlerde oluşturulmuşlar ve farklı yönlere işaret ediyorlar. Yapı ve üslup bakımından her birinin açıkça diğerlerinden ayrı durması amaçlanmış. Yine de her biri Ishiguro’nun aşikar damgasını taşıyor ve buna rağmen her biri kendi içinde küçük harikulade ayrık bir evren oluşturuyor.

Fakat hepsi bu değil. Tüm bu küçük evrenler bir araya getirildiğinde (elbette bu sadece okuyucunun kafasında oluyor), daha geniş bir evren -Ishiguro’nun tüm romanlarının yekûnu- hayat dolu bir biçim alıyor. Bu manada, onun romanları aynı anda hem dikey, artsüremli bir boyutu hem de yatay, eşzamanlı bir boyutu kaplıyor. İşte Ishiguro beni en kuvvetli biçimde bu yönüyle çarpıyor. Romanlarının her biri muhtemelen evrimsel bir sürecin bir sonraki adımını belirtiyor (affedersiniz, elbette evrim geçiyorlar). Bununla birlikte bu sürecin var olup olmadığının ya da neler ihtiva ettiğinin ayrıntılarındansa, tüm bu eserlerin birbirine nasıl kaynaştığı beni çok daha fazla ilgilendiriyor. Bence Ishiguro’yu böylesine özel yapan ve çoğu başka yazardan bu denli farklı kılan da işte bu.

Onu okuduğum tüm yıllar boyunca Ishiguro beni asla hayal kırklığına uğratmadı ya da kendisinden şüpheye düşürmedi. Tüm hissettiğim, bütün bu farklı dünyaları birbirinin üstüne yığarken gösterdiği şaşmaz maharet karşısında derin bir hayranlık. Kuşkusuz, eserleri söz konusunda olduğunda benim de kişisel olarak tercihlerim var; A eseri, diyelim, damak tadıma B eserinden daha uygun olabilir. Yine de diğer yazarlarla kıyaslandığında Ishiguro’nun kurgusal dünyası bu karşılaştırma meselesini görece önemsiz kılıyor. Beni çok daha kayda değer biçimde çarpan şey, eserlerinin her birinin diğerlerini tamamlaması ve desteklemesi. Tıpkı bir araya gelen molekülleri andırıyorlar.

Açıkça çok az yazar bu türde çok parçadan oluşan (composite) bir evren yaratmaya muktedir. Bu sadece sık sık büyük bir roman üretme meselesi değil. Daha ziyade Ishiguro, eserini şekillendiren belli bir vizyona, bir ana plana sahip -yazdığı her yeni  roman daha geniş makro-anlatının inşasında başka bir adımı teşkil ediyor. En azından onun eserinin bende yarattığı duygu bu.

Belki meramımı şu şekilde daha açık anlatabilirim. Ishiguro devasa bir resim üzerinde çalışan bir ressam gibi. Resmin heybetli, yayılıp genişleyen tarzı bir katedralin tavanını ya da duvarlarını kaplayabilir. Uçsuz bucaksız bir zaman ve muazzam bir enerji isteyen tek bir eser. Hayat boyu sürecek bir iş. Birkaç yılda bir, bu resmin bir kısmını tamamlıyor ve bize gösteriyor. Birlikte, o kısmın sahne sahne göz önüne serdiği evreninin genişleyen alanına dikiyoruz gözümüzü. Bu hem nefes kesici hem de son derece özel bir deneyim. Ama hâlâ bütün eseri görmek için kuş bakışı manzaraya sahip olmamız gerekiyor. Tamamlanmış eserde hangi imgelerin görünebileceğini ve bunların bizi nasıl müteessir edip içimizde hangi duyguları uyandırabileceğini ancak tahmin edebiliyoruz.

Bir roman okuru olarak, Kazuo Ishiguro gibi bir çağdaşla kutsanmış olmak bir zevk. Bir yazar olaraksa, büyük bir teşvik. Yeni romanlarının nasıl görüneceğini zihinde canlandırmak, aynı zamanda henüz yazmadığım kendi eserimi de resmetmek anlamına geliyor.

      

Kaynak: “Kazuo Ishiguro: Contemporary Critical Perspectives”, editör: Sean Matthews, Sebastian Groes, Continuum, 2009, Önsöz, s. vii, viii.

        Bir insan sadece, başkaları ona tabi olarak hareket ettiği için kraldır.  

Başka­ları ise, tersine, o kişi kral olduğu için tebaa olduğuna inanır.

                                                                                                                             Karl Marx, Kapital,1. cilt, 1, 3

 

BLAISE PASCAL

 

SEÇKİNLERİN HÂLİ ÜZERİNE BİRİNCİ SÖYLEV

 

1670

 

Çeviren: Murat Erşen

 

 “Ne halde olduğunuzun hakiki bilgisine ermek için, onu şu imgeyle düşünün.”

Fırtına bir adamı meçhul bir adaya atmıştır, bu adanın sakinleri kaybolmuş krallarını bulmak için ne yapacaklarını şaşırmıştır. Hem yüzü hem de fiziğiyle bu kayıp krala pek benzeyen bu adamı kralları sanarlar, adada yaşayan tüm halk da onu bu şekilde kabul eder. İlk başta adam nasıl davranacağını bilemez ama sonunda iyi talihine razı gelmeye karar verir. Kendisine gösterilen saygıyı kabul buyurur ve kendisine kral gibi muamele edilmesine izin verir. 

Gelgelelim kendi doğal halini unutamadığından, bu saygıyı görürken aynı zamanda bu halkın aradığı kral olmadığının ve bu krallığın kendisine ait olmadığının da farkındadır. Böylece aklında ikili bir düşünce vardır, biriyle kral olarak hareket eder, diğeriyle hakiki halini kabul eder; onu şu an olduğu yere getiren sadece tesadüftür. İkinci düşünceyi saklar ve ilkini açığa vurur. Halkla ilişkilenirken ilk düşüncesi hakimdir, kendisiyle ilişkisinde ise ikincisi. 

Kendinizi sahibi olduğunuz zenginliğin efendisi olarak bulmanızda tesadüfün payının bu adamın kendini kral olarak bulmasındakinden daha az olduğunu sanmayın. Kendiliğinizden ya da doğanız gereği buna hiçbir hakkınız yoktur, tıpkı onun krallığa bu sebeplerle hakkının olmaması gibi. Bırakın kendinizi bir dükün oğlu olarak bulmayı, dünyada olmanız dahi sonsuz tesadüflerin eseridir. Doğumunuz bir evliliğe bağlıdır, hatta atalarınızın hepsinin evliliğine. Peki bu evlilikler neye bağlıdır? Rastlantıyla yapılan bir ziyarete, havada bir konuşmaya, öngörülmedik bin bir vesileye. 

Elinizde tuttuğunuz zenginlikleri atalarınızdan aldığınızı söylüyorsunuz; ama atalarınız bunları bin rastlantıyla edinip bin rastlantıyla muhafaza etmedi mi? Siz de bu mal mülkün atalarınızdan size bazı doğal yasalar yoluyla geçtiğini mi düşünüyorsunuz? Yo, bu doğru değil. Bu düzen sadece, belki iyi sebepleri olan yasa koyucuların iradesiyle kuruldu ama bu sebeplerden hiçbiri sizin bu şeyler üzerinde sahip olduğunuz doğal bir haktan çıkarılmış değildir. Eğer yasa koyucuların canı istese ve bu malların, ömürleri boyunca babaların mülkiyetinde kaldıktan sonra vefatlarının ardından kamuya döneceği şekilde bir düzen kurulsa şikayet edecek bir şeyiniz olmazdı.

Öyleyse malınıza mülkünüze sahip olmanızı sağlayan unvan doğal bir unvan olmayıp sadece insani bir müessesedir. Yasaları yapanların sizi fakir kıldığı başka bir durum hayal edebiliriz. Sizi tüm bu mal mülkün sahibi kılan, sizden yana yasaların kaprisiyle sizi bu dünyaya getiren tesadüfler zincirinden başka bir şey değildir.

Bunların size yasal olarak ait olmadığını ve bir başkasının bunları sizin elinizden almaya müsaadesi olduğunu söylemek istemiyorum, zira mülkün hakimi olan Tanrı toplumların bunları paylaşmak için yasalar yapmasına izin vermiştir; ve bu yasalar bir kez tesis edildi mi, bunları ihlal etmek doğru değildir (injuste). Krallığına sadece halkın hatası sonucu sahip olan bu adamdan sizi biraz ayıran şey işte budur; çünkü Tanrı bu sahipliğe izin vermeyecek ve onu bundan vazgeçmeye zorlayacakken, sizinkine müsaade eder. Ama onunla sizin aranızda tamamen ortak olan şey, onlar karşısında sahip olduğunuz bu hakkın, tıpkı o adam gibi, sizde bulunan ve sizi ona layık kılan bir niteliğe ya da meziyete dayanmamasıdır. Ruhunuz ve bedeniniz kendi başlarına bir kayıkçı ya da bir dük olma durumuna kayıtsızdır. Onları bir halden ziyade diğerine bağlayan hiçbir doğal bağ yoktur.

Peki bundan ne çıkar? Bahsettiğimiz bu adam gibi, sizin de ikili bir düşünceniz olmalıdır ve dışarıdan, insanlara mevkiinize göre davransanız da, saklı ama daha sahi bir düşünce uyarınca, doğal olarak onlardan üstün hiçbir şeyiniz olmadığını teslim etmelisiniz. Aleni [kamusal] düşünce sizi sıradan insanların üstüne çıkarsa da, diğeri sizi alçak gönüllü olmaya iter ve tüm diğer insanlarla tam bir eşitlik içinde tutar, çünkü bu sizin doğal halinizdir.

Size hayran olan halk belki bu sırrı bilmiyordur. Soyluluğun gerçek bir seçkinlik olduğuna inanıyor ve neredeyse Seçkinlerin diğerlerinden başka bir doğada olduklarını düşünüyordur. Bu hatayı onlara ifşa etmeyin dilerseniz ama bu üstünlüğü arsızca istismar da etmeyin ve varlığınızın başkalarınkinden daha üstün olduğuna inanarak kendinizi kandırmayın.

Halkın hatasıyla kral olan bu adam kendi doğal halini öyle bir unutsa ki bu krallığın kendi hakkı olduğunu, ona layık olduğunu ve kendisine hak itibarıyla ait olduğunu hayal etse onun hakkında ne derdiniz? Budalalığına ve deliliğine şaşardınız. Ama kendi doğal hallerini tuhaf biçimde unutarak yaşayan seçkin insanlar daha az mı budala?

Ne kadar önemli bir içgörü! Zira Seçkinlerin tüm taşkınlıkları, tüm şiddetleri ve tüm kendini beğenmişlikleri ne olduklarını bilmemelerinden ileri gelir. İçlerinden kendilerini bütün insanlarla eşit gören ve kendilerinde, Tanrı’nın onları diğerlerinden üstün kılan şu küçük avantajlara değer hiçbir şey olmadığına kani olanlar için diğer insanlara küstahça davranmak zordur. Bunun için insanın kendini unutması ve onlar üzerinde bazı gerçek faziletlere sahip olduğuna inanması gerekir. Bu yanılsama neyden oluşur sizi göstermeye çalışacağım.”

Badiou, Canguilhem, Foucault, Hyppolite, Ricoeur: Felsefe ve Hakikat (1965) / Türkçe Altyazılı

Dina Dreyfus, televizyon için öğrencilere yönelik pedagojik amaçlı deneysel bir felsefe programı tasarlamış ve 1965-1969 arasında Radio-Télévision scolaire tarafından ortalama 30 dakikalık yaklaşık kırk yayın gerçekleştirilmiştir. En uzun yayın meşhur 29 rue d'Ulm adresinde, 27 Mart 1965'de 5 büyük filozofun katılımıyla gerçekleştirilen, izlemek üzere olduğunuz "Felsefe ve Hakikat/Doğruluk" başlıklı yayındır. Bu programda Badiou "uzmanlara" soruları yöneten sunucu rolündedir. Temelde iki tez üzerinden hakikatin özü ve felsefenin tanımı tartışılmaktadır. İlki özellikle Hegel üzerine çalışmalarıyla bilinen ve Hegel'in Tinin Fenomenolojisi'ni Fransızcaya çeviren ve bu kitabın oluşum ve yapısı üzerine çok önemli bir kitabın yazarı olan Jean Hyppolite'in "Felsefede hata yoktur" önermesi, ikincisi ise epistemoloji ve bilim felsefesinde çok önemli bir isim olan ve özellikle "Normal ve Patolojik" çalışmasıyla Foucault üzerinde önemli bir etkisi olan Canguilhem'in "Felsefi hakikat yoktur önermesidir." Her ikisi de pek çok ünlü Fransız entelektüelinin hocası olmuştur. Bu üç isim dışında tartışmacılar arasında Paul Ricoeur, Michel Foucault ve Dina Dreyfus bulunmaktadır.

* Konuşmaların metne dökülmüş haliyle, video arasında bazı farklar bulunmaktadır. Metinde, videoda atlamalar olduğu için bulunmayan ve tartışmanın daha iyi anlaşılması bakımından okunması gereken bazı bölümler yer alıyor. 

* Lars Svendsen'den daha önce Sıkıntının Felsefesi ve Korkunun Felsefesi'ni çevirmiştim. Şu sıra Yalnızlığın Felsefesi de bitmek üzere. Ama burada, editörlüğünü üstlendiğim, yakında Redingot Yayınevinden çıkacak Kötülüğün Felsefesi'nden (çev. Mehmet Hocaoğlu) sevdiğim bir pasajı paylaşacağım:

*"Hitler’e suikast girişimine katıldığı için, Almanya’nın teslim olmasından hemen önce idam edilen Dietrich Bonhoeffer’in o zamana kadar tutulduğu hapishanede yazdığı hatıralarında, “Budalalık üzerine” başlıklı bir pasaj bulunur, kötülük üstüne okuduğum hiçbir çalışmada atıf yapıldığını görmedim ve neredeyse tamamı alıntılanmayı hakediyor:


“Budalalık iyiye kötüden daha tehlikeli bir düşmandır. Kötülüğe karşı çıkılabilir; maskesi düşürülüp, gerektiğinde güç kullanarak önlenebilir. Kötülük, hiçbir şey olmasa, insanları huzursuz ettiği için bile kendi yıkımının tohumlarını daima içinde taşır. Budalalık karşısında ise savunmasızız. Ne karşı çıkmak, ne güç kullanmak tesir eder ona; akıl yürütmek işe yaramaz; kişisel önyargılarla çelişen olgular basitçe kuşkulu kılınabilir –gerçekten de, budala bunları eleştirerek karşı koyabilir, bunlar inkar edilemez şeylerse, küçük istisnalar olarak pekala kenara itilebilirler. Demek ki, alçak birinden farklı olarak, budala halinden gayet memnundur; gerçekte ise, saldırganlaşması için fazla şey gerekmediğinden, kolayca tehlikeli hale gelebilir. O yüzden bir budalaya, bir alçaktan daha dikkatli yaklaşmak gerekir; bir budalayı, bir daha asla akıl yoluyla ikna etmeye çalışmamalıyız, zira bu hem yararsız hem de tehlikelidir."

Eğer budalalığı layıkıyla ele alacaksak, onun doğasını anlamaya çalışmalıyız. Şurası gerçek ki, budalalık akli olmaktan ziyade ahlaki bir kusurdur. Zihnen çevik ama budala insanlar olduğu gibi, zihni ağır işlediği halde budalalıklan epey uzak insanlar da vardır -karşılaştığımız özel durumların sonucunda yaptığımız epey şaşırtıcı bir keşif. Böylece, budalalığın muhtemelen doğuştan gelen bir kusur olmadığı, fakat insanların kendi kendilerini budala yerine koydukları veya başkalarının bunu yapmasına izin verdikleri muayyen koşullarda kazanılmış olduğu izlenimi ediniriz. Ayrıca bu kusurun çekingen ve münzevilerde, sosyalliğe yatkın veya mahkum birey veya gruplarda olduğu kadar yaygın görülmediğini farkederiz. O halde, budalalığın psikolojik olmaktan ziyade sosyolojik bir sorun olduğu ve tarihsel koşulların insanlar üzerinde işlediği özel bir biçim, belirli dışsal etmenlerin psikolojik bir yan ürünü olduğu ortaya çıkar. Daha yakından baktığımızda, politik ya da dinsel herhangi şiddete dayalı güç gösterisinin, insan türünün büyük kısmında bir budalalık patlamasına neden olduğunu görürüz; gerçekten de bu, psikolojik ve sosyolojik bir yasa gibi görünür: birilerinin gücü, diğerlerinin budalalığına ihtiyaç duyar. Bu, belli başlı insani kapasitelerin, misal zihinsel kapasitelerin budanmış veya tahrip edilmiş olması değildir, daha ziyade gücün kabarışının, insanları bağımsız yargılama yetisinden mahrum bırakacak ve az çok bilinçsizce, kendileri için yeni bir gidişat tayin etmeye çalışmaktan vazgeçirecek kadar ezici bir etki yapmasıdır. Budala birinin çoğu zaman inatçı olduğu gerçeği, bizi onun bağımsız olduğunu düşünmeye yöneltmemeli. Biri onunla konuştuğunda, adeta kişinin kendisiyle değil, etkisi altında kaldığı sloganlar, replikler ve benzeri şeylerle muhatap olduğunu hisseder. Büyülenir, körleştirilir, gerçek doğası suistimal ve istismar edilir. Pasif bir araç haline gelmesi yüzünden, budala, her kötülüğü yapabilirken, aynı zamanda bunun kötü olduğunu göremez. Burada insanlara onarılamaz hasarlar verebilen şeytanca bir istismar tehlikesi yatar.”
Budalalık üstüne bu pasajda, Bonhoeffer, Arendt’in yirmi yıl sonra “kötülüğün sıradanlığı” olarak adlandıracağı şeyi tarif eder. Eichmann “budala” biriydi; kişisel yargının ve düşünmenin aynı yokoluşunu, vaatlerin ve programların aynı gayri şahsi benimsenişini, vs. ..." 

EGO SUM MORIBUNDUS- JACOB ROGOZINSKI

(Çeviren: Murat Erşen)

Heidegger ve ölüme-doğru-olma üzerine:

Ölümü vaz edenlerin sesi her yerde çınlıyor […] 
diyorlar ki: ‘‘Yaşam çürütüldü’’. Ama çürütülen sadece onlar,
ve varoluşun yalnızca tek yüzünü gören bakışları.

Nietzsche, Böyle buyurdu Zerdüşt

"Varlık ve Zaman'da, ölüme-doğru-olma’nın Girişi asli bir ihtiyaca cevap verir. Kararlılık ve otantiklik kavramlarına daha somut bir anlam verilmelidir, farklı varoluş olasılıkları arasında en otantik olanı seçmeye imkân tanımalıdır. – ama bu teşebbüs başarısız olur ve sonunda Heidegger de bunu teslim eder. Ölümümün öne alınması, (şaşırtıcı 74. Paragrafta. öne sürdüğü gibi) somut olarak bir varoluş imkanı tanımlamaya yeteneksiz, biçimsel ve boş bir yapı olarak kalır. Belirsizliğini aşmak ve ona somut bir muhteva vermek için Heidegger onu kurban/fedakarlık olarak tanımlar. 53. Paragrafta öğreniyoruz ki ‘’öne alma Dasein’a, uç imkân sıfatıyla, kendinin kurban edilmesini açar (Selbstaufgabe). Kararlı seçim ‘’kurban/fedakarlık için özgürlük’’ olarak tanımlanır. Bundan böyle, otantik tek varoluş kendini ölümüne doğru taşıyan olacaktır. Hakiki kurbanı intihardan ayıran şey, kendinden başka bir şey için ölmek, başka bir insan, bir vatan, bir halk, bir fikir için ölmektir. O BENİ BİR BAŞKASI İÇİN ÖLMEYE ÇAĞIRIR. Ölüme-doğru-olmayı kurban terimiyle yeniden yorumlayarak, Heidegger solipsizmi reddeder, otantik varolanın asla tek başına ölmediğini, kendini Başka’ya vererek ölüme verdiğini kabul eder. Düşüncesinin bu boyutu çoğu okuyucusunun gözünden kaçmıştır. Böylece, Levinas Dasein’ın yalnız kahramanlığının karşısına, Heideggerci ontolojinin ötesine götürecek ‘’kurban etiğini’’ çıkarır. Başkası için kurbansal ölmenin zaten bu ontolojinin merkezinde olduğunu görmemiştir. Kurbana bu övgünün kaynağı nedir? Hegel ve onun ‘’ölüm için özgürlüğü’’ mü? Ya da, ‘’hakikatleri ve zaferleri için fazla yaşlı’’ hale gelmeyi engelleyen özgür ölüme övgüler düzdüğü vaki olan Nietzsche mi? Yoksa Hıristiyan teolojisinin yeniden hatırlanması mı? Zira kurbansal felsefeler her seferinde bir ego katli üzerinde temellenir. Beni hiç (Tinin yaşanımda asli olmayan bir kıpı, güç istenci tarafından yaratılan bir kurgu) diye kabul ettiklerinden, varoluşunun nihayet anlamını ve saygınlığını bulduğu kahramanca bir ölüme çağırırlar onu. …..Heidegger’i yine de müritlerini intihara davet eden Psisthanete ile bir tutmayalım. Tersine o bize, ölmeyle otantik bir ilişkinin hayatta kalmayı, kendi ölümünü öne alabilmek için daima canlı bir moribundus olarak kalmayı salık verir. En azından Sterben ile Tod arasındaki farkı koruduğu sürece. Ölmenin (le mourir) edimsel bir ölümle (une mort) özdeşleşmesi ve varoluş düşüncesinin bir ölüm yüklemine dönüşmesi için bu öne alamayı bir kurban olarak düşünmek kafi gelecektir. Kimin hizmetinde, hangi Başkası, hangi topluluk için? Dasein kendi kendini kurban edebilir mi? O ki otantikliğine ancak bambaşkayı bertaraf ederek kendi kararlığının yalnızlığında ulaşabilmektedir? Başkası için ölmeyi kabul edince, Başkasının hizmetinde öldürmeyi de kabul etmiş olmuyor mu?"
(Jacob Rogozinski, Le moi et la chair : Introduction à l'ego-analyse)

BLOG
arayanın bulduğu

@paris/ istanbul | mail: muratersen.m@gmail.com

Yeni yazılardan, çevirilerden, kitaplardan, seminerlerden ve etkinliklerden haberdar olmak için kayıt yapabilirsiniz.

  • a_harfi-8581
  • Twitter - Black Circle
  • Facebook Social Icon
  • LinkedIn Social Icon
İLETİŞİM
bottom of page